RADKAU, J. (2017), Doğa Ve İktidar, Çev. Nafiz Güder, İstanbul : Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Birinci Baskı, ISBN: 978-605-295-241-2.
Doğa ve İktidar, Joachim Radkau tarafından yazılan 2002 yılında yayınlanmış bir eserdir. Türkiye’de İş Bankası Kültür Yayınları tarafından 2017 yılında, Nafiz Güder’in çevirisi ve Devrim Çetinkasap’ın editörlüğünde yayınlanmıştır. Çevre tarihi konusunda oldukça önemli bir eserdir. Bu kitapta Radkau, çevre tarihinin aslında çok eskiye dayandığını, insanlar ve çevre arasındaki diyalogların Heredot’tan bu yana tarihin her döneminde var olduğunu vurgulamaktadır. Yine de günümüzdeki çevre tarihi çalışmaları antik dönemin doğacılığının aksine, toplumun bir organizmadan tamamen farklı bir şey olduğu görüşüne dayanır. Sanayi Devrimi sonrasında giderek büyüyen toplum bilimi hareketinin, yani sosyolojinin bir bilim dalı haline gelmesinin ve kendi kuramlarını üretmesinin bu görüşte muhtemelen büyük bir etkisi vardır. Ancak bundan önce, yani antik dönemlerde insanların esas özünün yaşadıkları doğal koşullardan geldiği inanışı hakimdir.
Radkau, tarihçilerin insan ve doğa arasındaki ilişkilerin tarihini yazarken, esas problemlerden kaçındığını söylemektedir. Çünkü bu esas meseleler çoğunlukla başka disiplinler tarafından ele alındığından, tarihçilerin bu alanda yazmaları güçleşmiştir. Radkau, çevre tarihinin de bu tür meseleleri ele alması gerektiğini, böylece bu yeni disiplinin bir dünya tarihine dönüşeceğini savunmaktadır. Ancak bundan önce çevre tarihçilerinin kurtulması gerektiği birtakım at gözlükleri vardır. Radkau’ya göre, yaşadığımız bu çağın sorunları, tarihi sorunlara nesnel bir gözle bakmamızı engellemektedir. Örneğin, 18. Yüzyıl Avrupa’sında gübre sıkıntısı büyük bir çevre sorunuyken, günümüzde aşırı gübreleme meselesi bir çevre sorunu haline gelmiştir. Bir başka örnek, geçmiş zamanlarda hem teknolojik yetersizlik hem de ulaşım sorunları gibi nedenlerden ağaç kesmek oldukça zahmetli bir işti. Ancak bu durum, doğanın korunmasını sağlıyordu. Günümüzde ise durum böyle değildir. Ağaçlar seri bir şekilde kesilmekte ve yine aynı serilikte yeni ürünlere dönüşmektedir. Görüldüğü gibi değişen koşullarda farklı çevre sorunları ortaya çıkmaktadır ve tarihçinin bu meselelere hangi perspektiften yaklaşacağı büyük önem arz etmektedir. Çünkü bir tarihçi yaşadığı çağın gündelik ve sıradan olan yaşam koşullarını idealist bir biçimde benimsediğinde aslında bir bataklığa saplanmış gibi olur. Geçmiş dönemin çevre sorunlarını değerlendirmek istediğinde de, içine saplandığı bataklık ona geniş bir hareket alanı vermeyecektir. Böylece tarihçi geçmiş çevre sorunlarına bakması gereken doğru perspektifi de kaçıracaktır. Çevre tarihi açısından bir diğer sorun, çevre tarihi yazılırken odak noktasının insan mı yoksa doğa mı olacağı mevzusudur. Bu bağlamda tarihçiler geçmişteki su sıkıntıları, orman ithafları gibi meseleleri ele aldıklarında dahi aslında insan odaklı bir çevre tarihi yazmaktadırlar. Çünkü genelde başvurdukları kaynaklar, dönemin yazarları tarafından ele alınan ve doğal olarak insan odaklı yazılan yazılardır. Burada karşımıza yabanıllık mevzusu da çıkmaktadır. İnsan eli değmemiş, bozulmamış, bakir doğa tanımı çevre tarihinde önemlidir. Örneğin Avrupalılar ilk defa Amerika’ya gittiklerinde tam da yukarıda değinilen yabanıl; el değmemiş, bozulmamış, bakir doğayla karşılaşmışlardır. Daha doğrusu öyle sanmışlardır. Çünkü sonrasında yapılan araştırmalarda doğanın bu düzeninin aslında büyük ölçüde yerliler tarafından uygulanan kes-yak tarımından kaynaklandığı anlaşılmıştır. Ancak yine de yabanıl doğanın olması gerektiğini; yani insanların doğadan uzaklaştırılması gerektiğini hatta daha da ileriye giderek insan nüfusunun bir kısmının tamamen yok edilmesi gerektiğini düşünenler dahi vardır! Bu sebeple çevre tarihçilerinin yabanıllık mevzusuna yaklaşımı önemlidir. Ancak her şeyden önce gerçek bir çevre tarihçisi, insan ve doğa ilişkilerini anlattığı kadar ham doğayı; hayvanları, bataklıkları, nadasa bırakılmış arazileri de anlatmalıdır. Çünkü doğa sadece insanların hareketlerinden şekillenen bir alan değildir. Bu ayrımı iyi yapmak gerekir.
Tarih disiplini, çevre tarihi konularını da çoğu zaman ele almış, ve bu tür sorunlarla ilgilenen antropoloji, etnoloji, paleobotanik, biyoloji gibi disiplinlerle iş birliği yapmıştır. Gerçekten de tarih disiplininden farklı olan bu tür alanların çalışmaları, çevre tarihi araştırmalarıyla birleştirildiğinde bu alanda hali hazırda bulunan pek çok boşluğun da dolmasını sağlayacaktır. Zaten insanların çevreyle en temel bağlantısı bizzatihi insanın kendisinin biyolojik bir varlık olmasıyla başlamaktadır. Bu sebeple, çevre tarihçileri insanın biyolojik özelliklerini, tarihsel dönüm noktalarını, ekolojik tartışmaları uygun potada eritmeli ve bütüncül tarihin bir uzantısı niteliğinde olan çevre tarihi araştırmaları ortaya koymalılardır. Örneğin veba, sıtma, kolera, kızamık gibi hastalıkların sebep olduğu salgınlar çevre tarihi konusuyla yakından ilişkilidir. Bu salgınların ortaya çıkmasının nedenlerinden biri de insanların hiç olmadığı kadar sıkışık bir biçimde bir arada yaşamalarından kaynaklanmaktadır. Görüldüğü gibi, çevre tarihi konuları esas itibariyle insan merkezli ilişkiler neticesinde şekillenmektedir. Burada Radkau tarafından verilen hastalık örneği de insanın iç doğası ile dışarıdaki doğa arasındaki bağlantının çok net bir şekilde görülmesini sağlamaktadır.
Çevre tarihinde birtakım sorunlar adeta bir kısır döngü gibi karşımıza çıkmaktadır. Bunun başlıca etkeni de insan nüfusudur. Nüfus artışındaki hız zamanla büyük bir nüfus yoğunluğuna sebep olur. Artan nüfusla birlikte doğal kaynakların kullanımı ve dolayısıyla tahribatı artar. Geleceği değil de günü kurtarmak için girişilen bu kaynak tüketme yarışı büyük sorunlara sebep olur. Nihayetinde Malthus’un da dediği gibi, insan nüfusu aşırı derecede artarken, insanların geçimlerini sağlamak için ihtiyaç duyduğu gıda kaynakları gibi temel kaynaklar az miktarda artar ya da azalır. Bu durum da salgınları, açlıkları, kıtlıkları beraberinde getirir. Bu tür olaylar tarihin her döneminde karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeple bu döngü aslında çevre tarihinin de ana motiflerinden biridir. Ancak yine de her zaman ve her yerde nüfus artışı beraberinde krizler getirir demek doğru değildir. Her dönemin, her yerin, her durumun kendi koşulları altında incelenmesi gerekir. Burada teknolojik gelişmeler oldukça önemlidir. Örneğin eski tip kara sabanlar toprağı belli bir ölçüde işlerken, traktörün icadıyla birlikte insanlar toprağı daha derin kazmaya başlamışlardır. Böylece elde edilen zirai ürünün niteliği de belli bir ölçüde değişmiştir. Radkau’nun nüfus konusuyla ilgili değindiği bir diğer husus hayvanlar için geliştirilen r ve K tipi modellerle ilgilidir. Buna göre, r tipinde canlılar kısa ömürlü olsa da çok fazla yavru doğurmaktadır. Böylece bir arada hayatta kalınmaktadır. K tipinde ise, az sayıda yavru üretilmekte ve bunlar kaliteli besinler ile beslenmektedir. İki modele örnek vermek gerekirse; sıçanlar r stratejisini uygularken balinaların K stratejisini uyguladığını söylememiz mümkündür. İnsanların hangi tip üretimi kullandığı konusu ise Radkau’ya göre dönem dönem değişmektedir. Yani insanlar çevre koşullarına göre bazen r bazen de K tipi stratejiyi uygulamışlardır. Burada bahsedilen çevre sorunları da Radkau’ya göre değişiklik göstermektedir. Örneğin bir çevre sorunu uzun süredir gerçekleşmesine rağmen insanlar tarafından fark edilmeyebilir. Burada erozyon, konuyu anlamak için güzel bir örnektir. Toprak uzun süreler boyunca milim milim kaysa da bu fark edilmez. Ancak bir anda büyük ölçüde toprak kayması gerçekleşirse, işte o zaman büyük bir çevre sorunu ortaya çıkmış olur. Daha doğrusu, fark edilmiş olur. Yine de insanlar çevre sorunlarını her zaman çözme eğiliminde değillerdir. Sözgelimi, insanlığın yaşadığı çoğu çevre sorunu uzun yıllardır bilinmektedir. Dolayısıyla bunların çözümleri de bilinmektedir. Örneğin ormanların yararlı oldukları ve orman tahribatlarının büyük sorunlar yaratacağı konusunda insanların çoğu hem fikirdir. Bu sebeple bunun önüne geçmek için keçilerin ve koyunların ormanları tahrip etmesini önlemek gibi belli önlemler alınabilir. Yine de insanlar güncel problemlerine daha çok odaklandıklarından (örneğin keçi sürülerini beslemeyi kendileri için daha yararlı bulduklarından) gelecekte büyük sorunlara yol açacağını bilmelerine rağmen orman tahribatlarının önüne geçmeye çalışmazlar. Görüldüğü gibi, çevre tarihi sorunlarının çoğu aslında insanların kültürel ve toplumsal tarihleri içerisinde gizlidir.
Burada çevre açısından iktidar sahiplerinin de önemli bir etkisi vardır. Örneğin tepeden inme bir şekilde gerçekleşen tarım reformlarının amacı genelde iktidar sahiplerinin, yöneticilerin, beylerin, yani kabaca toprak sahiplerinin çıkarlarını gözetmektir. Bu sebeple yapılan reformlar toprağın verimini arttırmadığı gibi, çoğu zaman düşürür ve hatta kaynakların tükenmesine zemin hazırlar. Ancak yine de toprak sahibinin geliri belli bir ölçüde artacaktır. Bu esnada iktidar sahiplerinin bütün çevre sorunlarıyla ilgilenmesini beklemek de aslında yersiz olacaktır. Çünkü taşralardaki ve köylerdeki küçük çevresel faaliyetlerin, örneğin ağaç budama, taraçaların bakımı, tarlaların gübrelenmesi gibi faaliyetlerin merkezi iktidar tarafından yapılması beklenemez. Bunlar, o bölgede yaşayanların yapması gereken işlerdir. Ancak bu insanlar çoğu zaman geçimlerini sağladığı alanın belli başlı tek bir sorununa odaklanmışlardır. Bu sebeple yaptıkları faaliyetlerin çoğu çevreyi kurtarmaktan ziyade çevreye daha çok zarar vermektedir. Örneğin su baskını ya da tam tersi kuraklık tarih boyunca insanlar için en önemli sorunlardan biri olmuştur. Bu sebeple kuraklığın olduğu yerlerde insanlar daha çok su getirmeye, suların çok fazla olduğu yerlerde ise drenajı arttırmaya çalışmışlardır. Ancak sürekli bu politikaların uygulanması çevrenin daha da çok tahrip olmasına sebep olmuştur. Burada en çok etkilenen ise toprak olmuştur. Günümüzde sanayileşme ile birlikte daha çok hava ve su kirliliğinden söz edilse de, esas çevre sorunları tarım devriminden bu yana kullanılan topraklarda görülmektedir. İşte, bir çevre tarihçisinin bu tarihsel gerçeği gözünden kaçırmaması gerekir. Bahsedilen toprak sorunuyla ilgili kimyager Justus Von Liebig’in önemli bir görüşü vardır. Buna göre, toprağın bereketi bünyesinde barındırdığı minerallere bağlıdır. Ancak insanlar tarafından yapılan her hasat, topraktan mineralleri de koparmaktadır. Gelişen teknolojiyle birlikte tarımda daha çok alanın daha etkili bir biçimde ekilip biçilmesi bu durumu daha da kötüleştirmektedir. İnsanlar topraktan aldıkları mineralleri gübre gibi yollarla toprağa geri vermezlerse, toprağın verimliliği düşmeye devam edecektir. Liebig bu konuda Çin’i oldukça övmektedir. Diğer toplumların aksine insan dışkısını gübre olarak kullanan Çin Medeniyeti’nin binlerce yıllık sürekliliğini de bu konuya bağlamaktadır. Günümüzde ise ‘aşırı gübreleme’ mevzusunu daha büyük bir sorun olarak ön plana çıkmaktadır. Ekolojik araştırmalar da genelde bu sorunu ele almaktadır. İşte çevre tarihçileri bu noktada bu yanlışı yapmamalı ve tarihsel sürecin büyük bir kısmında sorun olan gübre eksikliğini gözden kaçırmamalıdır. Aynı şekilde, insanlık tarihinin başından bu yana geçen süreçleri de iyi değerlendirmelidir. Bu doğrultuda modern araştırmalar oldukça önemlidir. Örneğin polenlerin incelenmesiyle birlikte ormanlık alanlarla ilgili eşsiz bilgiler elde edilmiş, bu alanların Antik dönemde dahi insanlar tarafından tahrip edildiği ortaya çıkarılmıştır. Bu sebeple tarihin her döneminde gerçekleşen insan ve doğa etkileşiminin çevre tarihçileri tarafından göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Çünkü insan sırf bedeni vasıtasıyla bile doğa ile bir uyum ve etkileşim içerisindedir.
Çevre tarihi açısından ormanların ayrı bir önemi vardır. Toprağa, havaya, suya ve tüm doğaya faydası olan ormanlar özellikle 19. Yüzyıl’dan itibaren çoğaltılmaya çalışılmaktadır. Bu doğrultuda farklı sahalardan ağaç türleri getirilmekte, hemen her ülkede fidan dikim kampanyaları düzenlenmekte ve ormanların sayısı arttırılmaya çalışılmakadır. Portekizlilerin Avustralya’dan getirttikleri okaliptüs ağaçlarını kendi ülkelerinde ekmeleri sonucunda bugün Portekiz’de büyük okaliptüs ormanları oluşmuştur. Ancak bu bitki suyu çok fazla emdiğinden, çevredeki diğer bitkiler için büyük bir zarar teşkil etmektedir. Bu ağacı ekolojik bir terörist diye adlandıranlar dahi vardır. Bu yüzden ormanlaştırma faaliyetleri iyi bir niyetle yapılsa da, bunun doğru politikalarla uygulanması gerekmektedir. Ormanlar konusundaki bir diğer sorun da ormanların sadece ağaçlardan mı yoksa ağaç-canlı birlikteliğinden mi kaynaklanması gerektiği sorunudur. Çünkü hayvanların ağaçları tahrip ettiğini düşünenlerin olduğu gibi, hayvanların faaliyetlerinin doğayı şekillendirdiği görüşünde olanlarda vardır. Burada keçi örneği konuyu anlamamız için güzel bir örnektir. Keçiler ağaçlardan beslendikleri ve ağaçları tahrip ettikleri için ormanlarda istenmeyen canlılardır. Ancak keçiler, ormanları şekillendirmekte ve bir nevi doğal peyzaj yapmaktadırlar. Bu sebeple keçilerin ormanlardan uzaklaştırılması eskisinden daha büyük çevre sorunlarına yol açacaktır. Yine de zaptedilemeyen hayvanlar olan keçilerin kontrollü bir şekilde, belli bir sayıda, belli bir alanda otlatılması çevre için çok daha yararlı olacaktır. Bu esnada ormanların köylü, çiftçi, çoban, ormancı, kasabalı, şehirli gibi farklı gruptan insanlar için farklı anlamlar taşıyacağını da unutmamak gerekir. Herkesin farklı bir şekilde algılayacağı bu tür doğal alanlar aslında yalnızca doğanın değil, insanın da bir ürünüdür. Bu sebeple dışsal doğa ile insanın kendi içsel doğası arasında da kaçınılmaz bir ilişki vardır. İnsanın içsel doğasının dış doğayı etkilediği gibi, dışarıdaki doğa da insanın içsel doğasını etkilemekte ve şekillendirmektedir.
Canlıların birbirleriyle ve çevreleriyle olan ilişkileri tarihsel olayların hem nedeni hem de sonucu olarak nitelendirilebilir. Örneğin Maya Uygarlığı, Yucatan Yarımadası’nda yüzyıllarca varlığını koruduktan sonra neredeyse bir anda sessizce ortadan kaybolmuştur. Geride, Mayalara ait çevreyle iç içe geçmiş tarihi kalıntılardan başka bir şey kalmamıştır. Bilim insanları Maya Medeniyeti’nin ortadan kalkmasını, doğayla girdikleri mücadeleyi kaybetmelerine bağlamaktadır. Doğayı ve özellikle toprağı aşırı kullanmaları bu unsurların tahrip olmasına ve Maya Uygarlığı’nın çöküşüne zemin hazırlamıştır. Mayaların bu felakete neden dur diyemediği ise Maya dilinin çözülmesinden sonra açığa çıkmıştır. Buna göre, kaderci olan ve zaten bir felaket bekleyen Mayalar, bu gerçekleştiğinde direnmek yerine boyun eğmişler ve ortadan kalkmışlardır. Ayrıca binlerce yıldır kullandıkları doğa ile mücadele tekniklerinin artık işe yaramıyor oluşu da büyük ihtimalle Mayaları korkutmuş ve yeni çözüm yolları aramaktan geri durmalarına sebep olmuştur.
Gerçekten de Mayaları etkilediği gibi tüm dünyayı etkileyen önemli çevre sorunları vardır ve bunlardan belki de ilki toprağın bozulmasıdır. Yukarıda değinildiği gibi, sanayileşme sonrasında daha çok su ve hava kirliliği mevzuları gündemde olsa da, insanlığın binlerce yıllık esas problemi toprak yozlaşmasıdır. Çevre tarihçileri bu konuyla ilgili yeterli kaynağa çoğu zaman ulaşamazlar. Çünkü, bu tür meseleler dönemin iktidarlarından ziyade toprağın tasarrufuna sahip olan sıradan halkı ilgilendirmiştir. Bu sebeple resmi kaynaklara çoğu zaman geçmemişlerdir. Yine de toprağın yozlaşması, kirliliğin artması, erozyon, kuraklık, çölleşme...vb. toprağa bağlı büyük çevre sorunlarındandır. Bu çevre sorunlarını etkileyen başlıca faktörlerden birisi de hiç kuşkusuz iklimdir. Özellikle Küçük Buzul Çağı olarak adlandırılan dönemde meydana gelen iklimsel değişikliğin insanları ve çevreyi ne kadar etkilediği bilinmektedir. Bu etki kısa vadede kötü bir etkidir. Ancak insanlar değişen iklim koşullarına uyum sağlamayı öğrendiklerinde, yani uzun vadede, bu iklim krizleri baş edilebilir hale gelmektedir. Örneğin Küçük Buzul Çağı döneminde Avrupalı köylüler çavdar ve yulaf gibi soğuk iklimde de yetişen malzemeleri ekmişler ve bu kötü iklim koşullarının, kendileri üzerindeki etkilerini hafifletmeyi başarmışlardır.
Joachim Radkau tarafından yazılan bu eser, başta da belirtildiği gibi çevre tarihi açısından oldukça önemli bir eserdir. Kitabın 59 sayfadan oluşan ilk birkaç bölümü bile çevre tarihinde farklı farklı konularda kaynak olarak kullanılabilir niteliktedir. Yazar bu kısa bölümde çevre tarihinden, çevre tarihçiliğinden, alanın zorluklarından, tabularından, çevre sorunlarından, çevre tarihinin sorunlarından ve genel olarak tarihçinin bu tür olaylara nasıl yaklaşması gerektiğinden bahsetmektedir. Tüm bu konuları belli başlı örneklerle açıklayarak argümanlarını sağlamlaştırmaktadır. Böylece gerçek çevre tarihçiliğinin nasıl olması gerektiğini ve çevre tarihinin bütüncül tarihin bir parçası olması için tarihçilerin hangi yollardan yürümesi gerektiğini de göstermeye çalışmaktadır.
0 Yorumlar