Katolik Kilisesi’nin baskıcı, dine dayanmayan, dünya malına göz koyan faaliyetleri insanları zamanla kiliseden uzaklaştırdı. Bu sebeplerle, yani Katolik Kilisesinin yozlaşmış faaliyetleri sebebiyle Avrupa’nın pek çok yerine Protestanlık faaliyetleri başladı. Lutherciler, Calvinistler, Evangelistler, Jansenistler, Anglikanlar gibi pek çok Protestan grup ortaya çıktı. İngiltere’de ortaya çıkan Protestan kilise Anglikan Kilisesi, mensupları ise Anglikanlar olarak adlandırılırdı. Ancak zamanla bu kilisenin de yozlaştığını ileri sürenler oldu. Anglikan Kilisesinden ayrılanlar Püritenler adıyla yeni bir topluluk kurdular.
Bu dönemlerde Avrupa’dan Amerika’ya göçler devam etmekteydi. Avrupa’da Katolik Kilisesi ve Katolik krallar tarafından baskı altında olan Protestanlar Amerika’ya giderek orada kendi irili ufaklı cemiyetlerini oluşturmak istiyorlardı. Püritenler de Mayflower gemisiyle önce Hollanda’ya ardından da Amerika’ya yelken açtılar. Bu gemide sadece Püritenler değil, dini olmayan unsurlar da vardı. Amerika’ya yapılan yolculuk sonucunda Mayflower gemisindekiler kendi aralarında bir akit yaptılar : ‘’Amerika’ya gidip kendi kolonimizi kurarsak öyle bir yönetim yapmalıyız ki herkesin hak ve hukukunu gözetmeli, yöneticilerimizi hepimiz seçmeliyiz. İsteyen inancını dilediği gibi yaşamalı. Çünkü tanrı insanları doğuştan özgür ve eşit yaratmıştır.’’ Bu sözleşmenin maddeleri 1774 Amerikan anayasasına da ilham olmuştur. Böylelikle mutlak monarşiye dayanmayan, daha rasyonalist diyebileceğimiz İngiliz siyasi kültürü bir nevi Amerika’ya taşınmıştır. Amerika’ya giden göçmenlerde 18. yüzyılın püritenliği, aydınlanması ve İngiliz hukuk geleneği bu insanlara bir miras olarak geçmiştir.
Amerika’daki koloniler İngiltere’ye bağlı olsalar da aralarındaki uzak mesafe yüzünden kendi kendilerine yetecek yöntemler geliştirmeyi öğrenmişlerdir. Amerika’da gerçekleşebilecek herhangi bir olağanüstü durumda (kıtlık, salgın, isyan vb.) İngiliz anakarasından buraya destek gönderilmesi ayları bulabildiğinden buradaki insanlar küçük kasabalarda Townshipler, yani belediye meclisleri halinde örgütlenmişlerdir. Halkın kendi seçtiği temsilcilerin yer aldığı Townshipler'de valiyi ise ya İngiliz parlementosu atamış ya da halkın seçtiği vali kral tarafından onaylanmak suretiyle iş başına gelmiştir. Koloni valilerinin, İngiltere’den gelen emirleri uygulayabilmek için Townshiplerden onay alması gerekmektedir. Örneğin İngiliz Parlementosu Amerika’ya yeni bir vergi koyduğunda bu vergilerin öncelikle Townshipler tarafından onaylanması gerekmektedir. Eğer meclis onaylarsa bu karar yürürlüğe girebilmiştir. Görüldüğü gibi İngiliz Meşruti Monarşisinin küçük çaplı bir örneği burada görülebilmektedir. Nasıl ki İngiltere’de kralın aldığı bir kararı yürürlüğe koyabilmesi için meclisteki temsilcilerin onayını alması gerekiyorsa, Amerika’da da benzer bir şekilde alınan kararın yürürlüğe koyulabilmesi için yine halk temsilcileri tarafından onaylanması gerekmektedir. Ancak yine de İngiltere’deki siyasi biçimle Amerika’daki siyasi biçim arasında benzerlikler olsa da esasen birbirlerinden oldukça farklıdırlar. Çünkü İngiltere’de monarşi varken Amerika’daki yönetim cumhuriyet yönetimine daha yakındır. Örneğin, Tocqueville Amerika için burası Avrupa gibi değil demektedir. Burası geniş ve bozulmamış topraklara sahip olduğundan ve buraya yerleşim nispeten çok yeni başladığından (1608 ve sonrası) Amerika’da da insanlar henüz sınıflara bölünmemiştir, oldukça eşitlikçilerdir. Tocqueville Amerikan demokrasinin sosyal ve siyasi olmak üzere iki ayağının olduğunudan bahseder. Sosyal ayağı, Amerika’nın bir aristokrasi geçmişi olmadığı için halkın sınıflara bölünmemiş olmasıdır. Siyasi ayağı ise siyasi eşitliğin yoğun olduğu halkın egemenliği ilkesidir.
0 Yorumlar